Rahmi Koç'tan Türkiye'nin sanayileşme karnesine 10 üzerinden 7
- Asomedya'nın bu sayısında
- 31 Ara 2013
- 11 dakikada okunur
2016 yılında Ajans D tarafından yenilenen içerik ve tasarımı ile Ankara Sanayi Odası'nın kurumsal yayın organı Asomedya'nın bu ilk sayısında:

Asomedya’nın 2016 yılı ilk sayısına, Türkiye’nin duayen sanayicisi Rahmi Koç’un değerli görüşlerini taşıdık.Sorularımızı samimiyetle yanıtlayan Rahmi Koç, Türkiye’nin sanayileşme hikayesini, yaşanan sorunları ve elde edilen kazanımları tüm detayları ile Asomedya okurları için anlattı.
Koç Holding AŞ. Şeref Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyesi Rahmi Koç, Türkiye sanayisinin tartışmasız en duayen ismi… Babası Vehbi Koç’tan aldığı şirket kültürünün üzerine çok uzun yıllar sanayicilik tecrübesi ekleyen Rahmi Koç, Türk ekonomisinin ve Ankara sanayisinin değişimine yakından tanıklık eden; hatta bu sürece ciddi katkılar koyarak gelişimine yön veren önemli isimlerin başında geliyor.
Asomedya’nın bu ayki röportaj konuğu olan Rahmi Koç, Türkiye ve dünya ekonomisine ilişkin görüşlerinden, 2016 yılı öngörülerine ve özel yaşamına kadar birçok sorumuza yanıt vererek, önemli tespitlerde ve tavsiyelerde bulundu.
Türkiye sanayisinin karnesini çıkarmasını istediğimiz Rahmi Koç’a göre özel sektörün dinamik, girişimci ve krizlere direnişçi karakteri ekonominin en büyük artısını oluşturuyor. Eğitim, ekonomi ve sanayileşme politikalarındaki istikrarsızlığı da karnenin en önemli zayıf konusu olarak tanımlayan Koç’un Türkiye’nin sanayileşmesi karnesine verdiği not ise 10 üzerinden 7…
Türk gençliğine ve işadamlarına tavsiyelerde bulunan Rahmi Koç’u gelecek adına umutlandıran gelişmeler de yok değil. “Türkiye deyince akla doymamış, büyük bir pazar, genç bir nüfus ve de stratejik bir coğrafi konum geliyor” diyerek Türkiye’nin imkanlarını ‘bitmez, tükenmez’ şeklinde yorumlayan Koç, ülkeye hamle yaptıracak 3 noktayı ise şöyle sıralıyor: “Yurt dışında yatırım yapmak, ihracatı kuvvetlendirmek ve rekabet gücümüzü artırmak…”
Röportajımızda Hükümetten beklentilerini de dile getiren Rahmi Koç, “Bence 2016’da yeni hükümetin yapması gereken ilk iş, orta gelir tuzağını aşmamızı sağlayacak ve 2023 hedeflerine bizi yaklaştıracak yol haritasını hazırlamak, bunu iş dünyası ve kamuoyuyla paylaşmak ve hızla uygulamaya koymak olmalı” yorumunu yapıyor.

Koçzade Ahmet Vehbi adıyla Ankara Ticaret Odası’na kaydı yapılan küçük bakkal dükkanı, bugün dünyanın en önemli holdinglerinden biri. Bu başarıyı nelere borçlusunuz?
Öncelikle bahsettiğiniz büyükbabamın dükkanı, bugünkü Kale’deki Çengelhan Müzesi’nin içindedir. Elimizden geldiği kadar o günkü malları ve dükkan düzenini teşhir etmeye çalıştık. Zaten bu müzeyi de o dükkan için kurdum.
O dükkandan bugünkü hale nasıl geldik? Ankara’nın başkent oluşundan sonra başlanan imar hareketleri ile asfalt yolların yapımı, otomobil ve kamyon ithalatı ve de bunların getirdiği iş imkanlarını Vehbi Koç çok iyi değerlendirerek; önce inşaat malzemesi işine sonra müteahhitliğe girmiş, aynı zamanda Sokoni Vakum’dan (şimdiki mobiloil) gaz ve benzin bayiliği, bunu takiben de İstanbul’daki Ford genel distribütörünün Ankara bayiliğini alması ile hareket başlamış.
Vehbi Bey’in küçüklüğünü geçirdiği Ankara Keçiören Çoraklı’daki evlerinde elektrik, su ve tuvalet yokmuş. Suyu çeşmeden taşırlar, tuvalet için dışarı çıkarlar, elektrik yerine de gaz lambası yakarak otururlarmış. İşte bu Vehbi Bey’e disiplini, yeniliğe açık olmayı, daha müreffeh bir hayat elde etmek için çaba harcamayı öğretmiş ve o zamanlar bir “Koç Kültürü” oluşmuş.
Hepimiz bu kültürle büyüdük. Bunda dürüstlük, kalifiye eleman kullanmak, onları işe hissedar yapmak, kanunlara riayet etmek, hesabını kitabını bilmek, uzun vadeli düşünmek, devamlı yatırım yapıp, doğru vergi ödemek ve de memlekete hizmet etmek ön planda gelmişti. Onun için Vehbi Bey’in meşhur sözü, “memleketim varsa, ben de varım” buradan doğmuş.
Sanayicilerin en önemli platformu olan odaların iş hayatı ve hükümetle ilişkiler anlamında fonksiyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sanayi odaları, kanunla kurulmuş kurumlardır. Bundan dolayı her sanayici yahut iş adamı oraya üye olmak, aidat ödemek zorunda. İlk başlarda bu odalar, kapasite belgelerini düzenlemekle, kıt olan dövizi hakkaniyetle dağıtmakla, sonra da organize sanayi bölgeleri kurmakla, teşvikler önermekle ve de hükümetler nezdinde çatı kuruluşları odalar birliği ile gerekli hukuki ve kanuni düzenlemeleri oluşturmakla mükelleftirler. Sanayinin her kesimini temsil ettiklerinden ihtisaslaşma imkanı bulmuşlar; tecrübeli, işi bilen, kişilerin sorunlarını layıkıyla yukarı aksettirebilmişler ve sanayinin çocukluk devrinde büyük hizmet etmişlerdir. Oysa şimdi birçok ihtisaslaşmış gönüllü sivil toplum kuruluşları problemlerini ya odalar birliği vasıtası ile veyahut doğrudan gerekli mercilere iletiyorlar.
İhracat faaliyetleri çok daha sonra başladı. Sanayimizin evrimini birkaç aşamaya ayırıp, ben şu şekilde izah ediyorum: Toplu iğnenin dahi ithal edildiği dönem, bunu takiben bir miktar ithal montaj günleri, ardından yarı montaj ve yarı imalat yılları, tam imalat devresi, ihracata dönük imalat seneleri ve bugün geldiğimiz dönemde de araştırma-geliştirmeye dayanan, kendi markamızı yurt dışında yaratan, rekabet gücü olan, ihracata dönük sanayi günleri…

Babanızın, babası ile ortaklığı gibi sizin de oğullarınızla iş ortaklığınız var. Aile şirketi olmanın yarattığı en büyük avantajın ne olduğunu söyleyebilirsiniz? Yapılan araştırmalar, bu şirketlerin ömrünün giderek kısaldığını gösteriyor. Bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
Yapılan istatistiklerde Amerika’da üçüncü kuşağa erişen aile şirketleri yüzde 18, Avrupa’da ise bu oran yüzde 25’miş. Halka açık şirketlerle aile şirketlerini de bir tarif etmek lazım. Bir halka açık şirket vardır, sahibi anonimdir. Bir halka açık şirket vardır ki, sahibi yüzde 80 ailedir, yüzde 20’si halka açık muamelesi görür. Bir de halka kapalı aile şirketi vardır, hiçbir zaman bilanço vermez, onların işlerinin nasıl gittiğini kendilerinden başka kimse bilemez.
Mesela Koç Holding’i misal alırsak, halka açık olmakla birlikte ailenin yüzde 50’nin üzerinde hissesi vardır. Her ne kadar otoriterlere hesap veriliyorsa da idare, düşünce ve felsefe açısından aile şirketi gibi ele alınır. Yani uzun vadeli düşünülür, mümkün mertebe az idareci değiştirilir. Bir aile kültürü ve geleneği hakimdir. Oysa tamamen halka açık olanlarda, yani sahibi anonim olan şirketlerde her çeyrekte bilanço açıklaması idarecileri kısa vadeli düşünmeye ve o çeyrekte kar gösterebilmek için öncelikleri değiştirmeye ve devamlı baskı altında olmalarına sebep olur ve bu şirketlerde bağlılık tamamen menfaatlerle ve neticeyle ilgilidir. Bunların herhangi birisindeki azalma, idareci değişikliği getirir.
Halka tam kapalı aile şirketleri kurucusu ve sahibi başta iken risk alınır, süratli karar da verilir. Bazen uzun bazen kısa vadeli düşünülebilir ve o şirket kurucunun her şeyidir. Kuşaklar değiştikçe bağlılık ve alaka azalabilir, ortaklar arasında ihtilaf çıkabilir, kardeşler arasında kavga olabilir, iş zarar görebilir yahut elden çıkarılır ve kurtulunur. İşte bu üç tip şirketin farkları da budur; onun içindir ki, üçüncü kuşağa az şirket geçebilmiştir.
Esnaflıktan tüccarlığa, tüccarlıktan sanayiciliğe uzanan bir yolu birçok ödül ve madalya ile tescillemiş olan Vehbi Koç’tan neler öğrendiniz?
Unutmayalım ki Vehbi Koç 96 senelik hayatında, Cumhuriyetin geçirdiği ekonomik evrimlerin hepsini yaşadı ve gördü. Buna göre memleketin ihtiyaçlarını evvelden sezerek, o istikamette gerekli adımları attı. O adımlar neticesi kurulan önceleri montaj, sonra sanayi, yan sanayinin canlanması gibi başka yan etkiler doğurdu.
Bu evrim birbirini devamlı tamamlayan, kartopu gibi gittikçe büyüyen, bir sanayileşme hareketine dönüştü. Hep ilkleri yapmaya çalıştığından o günlerde, olmayan ancak gerekli gördüğü mevzuatın, kanunların oluşturulmasına öncülük etti. Henry Ford’dan esinlenerek küçüklüğünde mahrum kaldığı, medeni yaşam tarzına uyacak ve kitlelerin mali imkanları dahilinde satın alabilecekleri ürün ve servisleri, halkın emrine sunmuştur. O zamanlar döviz kıt, teknoloji az, yabancı sermaye hemen hemen olmadığı için, sanayileşme daha ziyade kapalı kapılar ardında gelişmiştir. Oysa bugün Türkiye dünyaya açılmış, bir mamulün üretiminde en ekonomik parça ve servis nereden alınıyorsa, oraya yönelmektedir ki, doğrusu da budur.
İşte ben, 1958’de işe başladığımda, babamızdan, sanayileşmenin o günkü icaplarına göre ne şekilde hareket etmemiz gerektiğini, eşit ortaklık kültürünü, kurumsallaşma hareketlerini, teknoloji transferini, bütün bunun hazmedilmesini ve bunu kullanmayı, öğrendim.
Koç Holding, kadın dostu şirketlerin başında geliyor. Kadın çalışan oranınızın fazla olmasını nasıl yorumluyorsunuz? Ülke genelinde bu oranın artırılması için ne tür bir politika izlenmeli?
Bir ülkenin gelişimi barındırdığı insan kaynağına verdiği önemden geçer. Ülkemizin orta gelir tuzağı ile karşı karşıya olduğu bu dönemde, barındırdığımız yetenekleri ekonomiye katmamak gibi bir lüksümüz olmadığına inanıyorum. İstatistiklere göre çalışabilecek kadın nüfusunun yüzde 68’i iş gücüne katılmıyor. Bu yetenekleri iş hayatına kazandırmaya yönelik yapılan her çalışmanın ülkemiz ekonomisine getirisi büyük. Bu minvalde, biz de faaliyet gösterdiğimiz sektörlerin getirdiği tüm zorluklara rağmen, kadın istihdamımızı azami seviyede tutmaya öncelik veriyoruz. Bunu başarımızın önemli bir bileşeni olarak görüyoruz.
İş dünyasında karşımıza çıkan eşitsizliklerin temeli olan kadınlarla ilgili süreç henüz iş yaşamına adım atmadan önce başlıyor. Eğitimde fırsat eşitsizliği ve erken evlilik gibi sorunlar hâlâ mevcut. Daha çok kadına nitelikli istihdam sağlamak daha çok kadının nitelikli eğitim almış olmasından geçiyor. Bu sebeple bu meselenin iş dünyası özelinde değil çok yönlü bir bakış açısıyla ele alınması gerekir. Kadın istihdamını destekleyecek politikaların hayata geçirilmesi, bilhassa kadınların işgücünde kalmasını sağlayacak destek mekanizmaları büyük ehemmiyet taşıyor. İş dünyasının ise elbette tüm gayretiyle destek sağlaması gerekiyor. Düşünün, bir kadının, fevkalade eğitim gördükten sonra bu tecrübe ve bilgisini, ekonomiye aktaramaması, evde oturmaya mahkum edilmesi ne hazindir ve vatan için ne büyük bir kayıptır.
Türkiye’nin sanayileşmesine çok büyük katkılarda bulunup, bu serüvene tanıklık eden etkili isimlerden biri olarak, Türkiye sanayisinin bugün geldiği noktada karnesine 10 üzerinden kaç verirsiniz?
Ülkemizde sanayileşme hamlesi 1960’larda, gelişmiş ekonomilere göre epeyi gecikmeli başladı. Diğer taraftan siyasi istikrar ve ekonomi politikalarında süreklilik sağlanamadığından buna bağlı olarak sanayileşme hızında iniş çıkışlar görüldü.
Bulunduğumuz coğrafyanın lehte ve aleyhte etkileri göz önünde tutulduğunda gene de ulaşmış olduğumuz sanayileşme fena sayılmaz. Ancak bizimle aynı yıllarda sanayileşme hamlesine girişen benzerlerimizle kıyaslandığımızda maalesef çok gerilerde kaldığımız görülüyor.
Bunların en çarpıcı örneği Güney Kore. Çünkü hükümet burada otomotiv, elektronik, gemi yapımı, inşaat, demir-çelik sanayilerini muhtelif gruplara vermiş ve onların bu sahada yatırım yapmalarını, büyümelerini, ekonomik boyutlara ulaşmalarını teşvik edip desteklemiş. Ayrıca unutmayalım ki, Kore’de olimpiyatların yapıldığı 1988 yılına kadar sıkıyönetim ilan edilmişti. Grev ve lokavt hakları tamamen işçilerin elinden alınmıştı. Greve çıkan işçi koluna siyah bir bant bağlayarak grevde olduğunu gösteriyor, fakat imalata devam ediyordu. İşte bu şekilde Güney Kore bugünkü duruma geldi ve Japonya’yı birçok noktada geçti. Yapılan demokratik miydi, değildi tartışılabilir ama uzun vadede memleketin menfaatine olduğu görüldü.
Bütün bunları üst üste koyduğumuzda sanayileşme karnemize 10 üzerinden 7 notunu vermenin makul olacağını düşünüyorum. Bu notu verirken geçirdiğimiz zorlu devreleri, elimizde olmayan dış etkenleri, kullanılan ve de kullanılmayan fırsatları göz önüne almak doğru olacaktır.
Karnenin zayıf ve başarılı olan başlıkları sizce neler?
Bu notu oluşturan başarılı noktalar var tabii. Özellikle özel sektörün; dinamik, girişimci, krizlere direnişçi karakteri, mavi ya da beyaz yakalı her seviyedeki çalışanların en zor ve karmaşık konulara hızla adapte olup öğrenme yetenekleri, fabrikalarda iş disiplini, devamlılık, kalite gözetimi konularındaki yüksek performans bunların başında geliyor. Ayrıca iniş-çıkışlara, gecikmelere, aksamalara rağmen hükümetler tarafından yatırımlara ve ihracata verilen teşviklerin devamlılığı, sektörel mesleki ihtisas kuruluşlarının alt sanayi gruplarına sağladıkları ihracat ve diğer konulardaki destekler, hükümetlerin özelleştirme hamleleri ve özel sektörle diyalog kurmaları da başarıyı tetikleyen unsurlar oldu.
Notun zayıf kalmasına neden olan etkenlerin başında ise eğitim sisteminin yıllardır istikrarlı bir düzene kavuşmaması ve de bilhassa teknik eğitimin yeterince önemsenmemesi, ekonomi ve sanayileşme politikalarının uzun süreli ve kesintisiz istikrar göstermemesi, katma değerli ve ileri teknoloji ürünlerine göreceli olarak ve de rakip ülkelere benzer teşviklerin verilememesi geliyor. Aynı zamanda bu tür ürünlerin yatırım ve ihracat finansmanına daha uygun koşullar sağlanamaması, tarım politikalarında olduğu gibi bireysel küçük işletmelerin birleşerek finansal yapı, üretim kapasitesi, ihracat gücü ve teknolojik performans bakımından daha güçlü ve rekabetçi konuma getirilememesi de sanayimizin notunu kırıyor. Uzun seneler yüksek enflasyonla boğuşan ülkemizde, hükümetlerin enflasyon muhasebesi tutulmasını kabul etmemeleri yüzünden kazanılmamış paralardan ağır vergilerin ödenmesi kaynak yaratmayı önledi. Memleketteki tasarruf ve birikim eksikliğinden dolayı ihtiyaç duyulan doğrudan yabancı sermayeden Türkiye’nin hak ettiği payı alamaması bu nedenle önemli bir sıkıntı kaynağı oluşturdu.

Yeni yıl, yeni hükümetin icraatlarına sahne olacak. Yeni hükümetin 2016’da en çok üzerinde durması gereken ekonomi icraatları neler olmalı?
Ne yazık ki, son 10 senede yapılan yatırımların çoğu taşa toprağa ve çimentoya gitti. Oysa memlekete ihracat getirecek, rekabeti kuvvetlendirecek, ‘greenfield’ dediğimiz yeni yatırımlar, yeni fabrikalar, yeni işler açılması lazımdı. Esas bu konuda hükümetimizin alacağı aksiyonları bekliyoruz. Türkiye ekonomisi 2012’den itibaren ne yazık ki arzu edilen hızda büyüyemedi. 2015 de dahil olmak üzere son dört yıldır büyüme, yıllık ortalama yüzde 3 civarında kaldı. Buna paralel ister yerli olsun ister yabancı, özel sektörün yatırımlarında da yavaşlama görüyoruz. Dünya ekonomisinin de zayıf bir performans gösterdiğini düşünürsek, büyümeye ihracat tarafından da gerekli desteği alamıyoruz. Tüm bunların neticesinde, kişi başı milli gelirimiz, 10 bin dolar civarında takılıp kaldı. Aslında dünya genelinde birçok ülkenin, düşük gelir seviyesinden orta gelir seviyesine hızla yükselip, bir sonraki sıçramayı yapamadıkları bir vaka. Ekonomistler buna orta gelir tuzağı diyorlar. İşte bence 2016’da yeni hükümetin yapması gereken ilk iş, orta gelir tuzağını aşmamızı sağlayacak ve 2023 hedeflerine bizi yaklaştıracak yol haritasını hazırlamak, bunu iş dünyası ve kamuoyuyla paylaşmak ve hızla uygulamaya koymak olmalı.
Hükümetimizin elindeki dönüşüm programları, sorunlara doğru teşhisler koyarak, çok yerinde çözüm önerileri sunuyor yani üzerinde çalışılmış hazır bir reçete var. Bu nedenle, yeni hükümetimiz zaten kendi hazırladıkları ve kamuoyu ile paylaştıkları bu reform programlarını hızlı ve kararlı bir şekilde uygulamaya koymasını umut ediyoruz.
2016 ülke ekonomisini en çok hangi konular meşgul edecek?
Kısa vadede Türkiye ekonomisiyle ilgili önemli konulardan bir tanesi, Merkez Bankası’nın uygulayacağı faiz politikası. Ne yazık ki son senelerde enflasyon hedeflerini tutturamadık. Bu nedenle, enflasyonun gerçekten de hedeflenen yüzde 5 seviyelerine düşeceğine pek kimse ihtimal vermiyor. Halbuki reel sektör enflasyonun gerçekten de yüzde 5’e düşeceğine inansa, ücret artışları da dahil ileriye yönelik bütün maliyet hesaplarında buna göre bir artış öngörebilecek. Ne yazık ki bugün hiç kimse hesaplarını yüzde 5 enflasyona göre yapmıyor. Bunu aşabilmek için, bu sene Merkez Bankası’nın ne yapıp edip doğru ve tutarlı para politikalarıyla enflasyonu gerçekten düşürmesi lazım.
Rusya ile yaşanan kriz ve bunun ekonomi üzerindeki etkileri 2016’daki önemli gündem maddelerinden bir diğeri olacak. Ayrıca asgari ücretteki artışın maliyetler, enflasyon, istihdam, yurtiçi talep ve kayıt dışı ekonomi üzerine nasıl etki edeceğini de yakından takip ediyor olacağız.
Ekonomiyi ve piyasaları daha kısa vadede meşgul edecek yurtdışı kaynaklı konulara bakacak olursak, nelerin ön planda olacağını düşünüyorsunuz?
Dış ekonomiyi etkileyen üç konunun en önemlisi ABD’de Fed’in uygulayacağı faiz politikası olacak. Emtia fiyatlarındaki artış, başta Çin olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde büyüme oranlarında gördüğümüz düşüş.
Yaklaşık 10 yıl sonra politika faizini 16 Aralık’ta 0.25 puan artıran Fed’in 2016 yılında faiz artışlarına hangi hızda devam edeceği, bütün dünya piyasaları tarafından yakından izlenecek. Kısa vadede Fed’in faizleri artırması belki borçlanma maliyetlerini bir miktar yükseltebilir. Ancak, Amerika’da faizlerin yeniden artırılıyor olmasını, dünyanın en büyük ekonomisinde işlerin normalleşmeye başladığının göstergesi olarak da değerlendirebiliriz. Böyle bakınca, Fed’in Aralık 2015’te faiz artırmasını orta ve uzun vadeye ilişkin olumlu bir işaret olarak görebiliriz.
Diğer önemli konu, emtia fiyatları, dünya genelindeki zayıf talebe karşın, daha önce yapılan yatırımlar ve kaya gazı devrimi nedeniyle arzın artıyor olması, petrol başta olmak üzere emtia fiyatlarında sert düşüşlere yol açıyor. Bu durum Türkiye gibi net emtia ithalatçısı ülkelerde enflasyon ve cari işlemler açığı üzerinde olumlu bir etki yaratıyor. Ancak, mal sattığımız emtia ihracatçısı ülkelerdeki ekonomik sıkıntı, dolaylı olarak bizi de olumsuz etkileyebiliyor.
Dünya ekonomisiyle ilgili üzerinde durmak istediğim üçüncü konu, başta Çin olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde büyüme oranlarında gördüğümüz düşüş. Eskiden gelişmekte olan ülkeler yüksek büyüme potansiyelleri nedeniyle yabancı yatırımcıların gözdesiydi. Bu sene üzülerek gördük ki, yabancı yatırımcıların gelişmekte olan ülkelere yönelik iştahı azalıyor. Bu durum böyle devam ederse, 2016’da gelişmekte olan ülkelere yönelen sermaye akımlarında daha da düşüş görme riski var.
Küresel ticarette Türkiye’nin bulunduğu yeri nasıl tanımlar ve konumlandırırsınız? Türkiye uluslararası ekonomide dışarıdan nasıl bir portre çiziyor?
Türkiye’nin dünyadaki toplam üretim (GSYH) içindeki payı yüzde 1-1.1 civarında iken, ihracatımızın dünya ihracatı içindeki payı yüzde 0.80-0.85 civarında kalıyor. Yani, ekonomik büyüklüğümüze kıyasla ihracatımızın dünyadaki payının daha yüksek olması gerektiğini görüyoruz.
Bu konuda dikkat çeken bir diğer nokta, dünya ihracatı içindeki payımızın 2000’li yılların başında yüzde 0.5 seviyelerinden 2007’de yüzde 0.8’e yükseldikten sonra, son sekiz senede hiç ilerleme kaydetmemiş olması. Biraz önce bahsettiğim orta gelir tuzağındakine benzer bir durumu burada da görüyoruz. Aslında bu rakamların bize verdiği mesaj çok açık; Türkiye son 7-8 yıldır uluslararası rekabette ancak yerini muhafaza edebilirken, daha yükseklere tırmanacak hamleleri yapamıyor.
Biraz önce bahsettiğim öncelikli dönüşüm programlarına da en çok bu nedenle ihtiyaç duyuyoruz. Ürettiğimiz malları yabancı rakiplerimizden daha ucuza, daha kaliteli olarak üretip, yarattığımız markalarla daha pahalıya satabilmeliyiz. Dünya çapında aranılan, katma değeri yüksek mallar üretebilmeliyiz. Ancak bunu yapabilirsek ülkemizi orta gelir tuzağından kurtarıp, üst gelir seviyesine taşıyabiliriz.
Ülkemiz bugün dışarıdan bakıldığında hâlâ ucuz üretim imkanları sunan bir lokasyon olarak görülüyor. Her ne kadar son yıllarda reel ücretlerdeki artış, Türkiye’yi artık ucuz işgücü avantajı sunan bir ülke olmaktan çıkarttıysa da toplam üretim maliyetlerinde gelişmiş ülkelere kıyasla hâlâ daha iyi durumdayız. Türkiye’yi öne çıkaran bir diğer avantajımız ise coğrafi konumumuz. Bunlara ilaveten, genç ve dinamik 78 milyonluk bir nüfus da, yabancılar açısından ülkemizi cazip hale getiriyor.
Ancak, ne yazık ki kimse Türkiye’ye, yüksek inovasyon kapasitesi ya da üst düzey teknolojik tasarım kabiliyeti olan bir ülke gözüyle bakmıyor. Önümüzdeki dönemde en önemli önceliğimiz, işgücünün bilgi ve becerilerini dünya standartlarının da üstünde, en iyi örnekler seviyesine çıkartabilecek teknik eğitim, öğretim ve istihdam politikaları uygulamak olmalı. Gençler bizim geleceğimiz ama onları hızla değişen dünya koşullarında rekabet edebilecek kalitede bilgi ve becerilerle donatamazsak, ülke olarak sahip olduğumuz diğer avantajların da hiçbir değeri kalmayacak.

Peki tüm bu hatalar ve yapılması gereken konuların dışında Türkiye adına sizi neler umutlandırıyor? Bu noktada gençlere tavsiyeniz neler?
Türkiye deyince akla, doymamış, büyük bir pazar geliyor, genç bir nüfus geliyor ve de stratejik bir coğrafi konum geliyor. Türkiye’deki imkanlar bitmez, tükenmez. Türk insanı, bütün Akdeniz insanları gibi sıcak, cana yakın ve misafirperverdirler. Yabancı lisan öğrenmeye yatkındırlar. İnişli, çıkışlı ekonomilerde, Türk işadamları kaygan zeminlerde işlerini başarı ile sürdürmektedirler. Dolayısı ile değişen şartlara süratle adapte olma kabiliyetleri vardır. Bu nedenle Türklerin daha fazla yurt dışına taşmaları, daha çok şirkete ortak olmaları yahut yatırım yapmalarının vaktinin geldiğini düşünüyorum.
Sizinle ilgili yapılmış röportajlara baktığımızda hep sanata olan ilginizin ön plana çıktığını görüyoruz. Bu ilginin özel ve iş hayatınızdaki etkilerini nasıl değerlendirirsiniz?
Sanata ilgim çocukluktan geliyor. Ama bugün sanat gitgide çağdaş ve modern sanata dönüşmekte. Oysa ben klasik sanata meraklıyım. Müze kurduktan sonra da gerek dikkatimi, gerekse mali gücümün çoğunu ne ilaveler yapabilirim, nasıl kamuoyu alakasını canlı tutabilirim, nasıl geliştirebilirim hususlarına yönelttim.
Çok bilindik biriyle söyleşirken, bilmediğimiz daha ne kaldı diye düşünüyoruz bazen. Merak ediyoruz, Rahmi Koç’un mutfakla arası nasıl?
Mutfağa girmedim, sadece yurt dışında okurken gıda alışverişimi yapardım.Lezzetsiz yemek, zevksiz prezantasyon, bilgisiz servis hemen nazarı dikkatimi celp eder. Ev yemeklerine bayılırım. Oysa şimdi Michelin’in kapısından geçen yahut Michelin şeflerinin yanında bulaşıkçılık yapanlar bile bizim memlekette el üstünde tutuluyor. Orijinal yapıyoruz diye ne olduğu belirsiz kuş yemi gibi yemekler çıkarıyorlar. Dünyanın da ücretini ödüyorsunuz. Bunu hiç sevmiyorum.

“Üç kız, bir erkek torunum var.
Hepsiyle iftihar ediyorum.”
Yöneticilerimizden Rahmetli Hulki Alisbah, “Torun, evladın faizidir” derdi. Torun kaç yaşında olursa olsun hakikaten Cenab-ı Hakk’ın insanlara bağışladığı bir keyif. Vaktiyle, “Torunumun elinden tutup yürüyebilsem” derdim. Bunu yaptık, torunlar büyüdükçe insan daha da keyif alıyor, fikir alışverişinde bulunmak büyük zevk. Bugünkü çocuklar o kadar çok şey biliyorlar ki, suallerine cevap vermekte bazen güçlük çekiyorum. Üç kız, bir erkek torunum var. Hepsiyle iftihar ediyorum. Allah, herkese böyle torunlar nasip etsin. Bana “dede” diyorlar bu hoşuma gitmiyor. Zira aklıma İhap Hulusi’nin Türkiye Ziraat Bankası için çizdiği afişteki, önünde kumbara olan, çubukla sigara içen, kasketli, sakallı dede imajı geliyor.
Comments